İçeriğe geç

Bir Garip Profesör

Demlik Dergisi, Sayı 6 / Eylül 2014

İsmail Kaplan

Mahmut Hoca son altmış yıldır olduğu gibi bugün de sabah ezanıyla birlikte uyandı. İmam olan babası daha çocukluğunda onu erkenden uyandırır, camiye giderken yanında götürürdü. Mahmut Hoca artık orta yaşlara geldiğinde Aliya İzzetbegoviç’in hatıralarını okurken, onun her sabah babasıyla birlikte namaza gittiğini, namazın “Alâk” ve “Rahman” sureleriyle kılındığını okuduğu zaman, babasının değerini bir kez daha anlamıştı. Bu yüzden hâlâ çocukları ve torunlarıyla beraber camiye gidiyor sabah namazında.

Bugün Mahmut Hoca’nın üniversitede son günü. Son otuz yılını orada geçirdiği odasında, o eski masasının başında bugün son kez oturacak. Son defa derse girecek bugün.

Sade kahvaltısını yapıp hayır dualarla ayrılıyor evden. Minibüs kapının önünden geçiyor. Hayır, Mahmut Hoca’nın hiç arabası olmadı. Kendisi istemedi. Üniversitede herkes şaşırıyordu bu duruma başta, zamanla alıştılar. Soranlara “ihtiyacım yok” diyordu, “hem korkarım, dört kişilik otomobilde tek başına seyahat edenlere dönüşmekten.”

Mahmut Hoca odasına geldi. Üç duvarı kitaplıkla çevrili odasının kapısını kilitledi ve bir süre yalnız kaldı. Buraya ilk geldiği vakitleri düşündü. İdealistti. Daha fakülteden mezun olmadan yapacağı çalışmaları düşünüyor, tez konularını bile genel çerçevesiyle belirliyordu. İletişim alanında o zamana kadar ülke çapında dahi ciddi çalışmalar yapılmıyordu. Çevresindekiler onu “fazla uçmak”la suçlayadursun, Mahmut Hoca göz koyduğu noktalara doğru ilerlemeye devam ediyordu. “Her şeyden önce ahlâk” diyordu, “her işin bir ahlâkı vardır; onu bilmek ve ona göre iş yapmak gerek.” Aman hoca, iletişimin ne ahlâkı olacak? İnsanların algılarıyla oynamak senin işin, bunun nasıl bir ahlâkı olabilir ki? Hayır, öyle değil. Mahmut hocanın ömrü, çevresindekilere bu durumu anlatmakla geçti.

İşte ders saati yaklaşıyor. Öğrenciler fakülteye geldiler. Kimi uykulu, kimi sıkılmış –yüzünden belli-, az bir kısmı da istekli şekilde geliyorlar. Mahmut Hoca yine dersten 5 dakika önce kürsüsüne geçiyor ve gelen “günaydın hocam” selamlamalarını alıyor. Ders saati geldiğinde tekrar “hoş geldiniz çocuklar” diyerek sınıfı selamlıyor.

“Bugün, bildiğiniz gibi benim bu fakültedeki son günüm. Yaşlandım, yoruldum. Benim yerime artık siz geçeceksiniz. Bu kürsüyü bizden sonra gelenlere devredeceğiz. Öncelikle çok başınızı ağrıttım bugüne kadar, hakkınızı helal edin.”

(Sınıf, hep beraber): “Helal olsun!”

“Bugün, benim ve bu dönemin son ders gününde sizinle daha farklı şeyler konuşmak istiyorum. Dönem boyunca birçok şey anlattık. Konularımız zaten önceki hafta bitmişti. Bugün sizinle hayatın kendisinden konuşacağız.”

(Amfinin arka taraflarında, uykulu olduğu her halinden belli olan öğrenci yanındakine fısıldıyor): “Ulan bu ihtiyar bu saatte bizi kaldırıp getirdi derse, bari önceden söyleseydi ders işlemeyeceğini.”

“Çocuklar, gençliğimde bir kitapta okumuştum. ‘Bütün kitaplar, bir Kitab’ı daha iyi anlamak için okunur’ diyordu. (Amfide bir sessizlik) Odama çok defa gelip gördünüz. Evet, oradaki kitapların hepsini okudum. Sayısını ben dahi bilmiyorum. Başlarda pek kafamı kurcalamıyordu ama zamanla düşünmeye başladım; birbirinden farklı konularda bunca kitabı okumamın sebebi ne? İşte, üniversitede bir odam var. Her gün yüzlerce öğrenciye ders anlatıyorum. TV kanalları beni programlarına davet etmek için birbirleriyle yarışıyorlar. Ben bu kadar ilmi ne yapacağım? Durumuma baktığımda gördüm ki, şan şöhrete de ihtiyacım yok. Birçoğunuzun hayalini süsleyen seviyelere geldim. Söylemesi ayıp, aldığım maaş da gayet tatmin edici.”

(Mahmut Hoca sınıfın ilgisini tabii ki çekmişti. Kimisi şaşkın gözlerle, kimisi de muzip bakışlarla hocayı dinliyordu)

“Sonra anladım ki beni motive eden asıl şey, o Kitab’ı daha iyi anlayabilme çabası.”

(Önlerden bir öğrenci söz istemeden araya girer, Mahmut Hoca rahattır bu konularda): “Hocam, o kitap hangisi?”

“Kur’an-ı Kerim’dir arkadaşlar.”

(Sınıftan homurtular gelmeye başlar. Kimisi yüzünü ekşitmiş, “bu da nereden çıktı şimdi hoca?” diye içinden geçirmektedir.)

“Yüzünüzdeki ifadelere bakınca, şimdi bu da nereden çıktı, diye düşündüğünüzü anlıyorum. Çocuklar, bugünkü şartlarda ben bir ‘din görevlisi’ değilim. Bu yüzden bu kürsüde yaptığım bu konuşma muhtemelen size garip gelecektir. Ama bunca zaman yaptığım çalışmalar bana öğretti ki, bir iletişimci ile bir ‘din görevlisi’ (bu kavramı sevmezdi hatta kullanımına karşıydı ama öğrenciler daha rahat anlasınlar diye istemeyerek kullanıyordu) arasında çok büyük benzerlikler var. Bana derlerdi ki, bu işin ahlâkı olur mu? Evet, olur. Nasıl bir reklamcı, bir ürünü alıp, parlatıp insanlara sunuyor ve almaları için onları ikna etmeye çalışıyorsa, bir ‘din görevlisi’ de, elindeki Kitab’da vaat edilen kurtuluş için insanları ikna etmeye çalışır. (Mahmut Hoca yine ilgiyi kendisinde toplamıştı) Asıl yanlışı biz, görevlerimizi bu kadar net çizgilerle birbirinden ayırmakla yapıyoruz. Ben bir iletişimci olarak neden iletişimi bir ‘din görevlisi’ inceliğinde kullanmayayım ki? İnsanları hangi yollarla ikna edebileceğimi bildikten sonra neden onlara yalanı, kötülüğü satmaya çalışayım, diğer yanda bir kurtuluş vaadi dururken?

(Sınıf derin düşüncelere dalmıştı. Mahmut Hoca da düşünmeleri için onlara vakit verdi. Bir süre kürsüde oturdu, sınıfın durumunu seyretti. Kimisi elindeki kalemle oynuyor, kimisi bazı notlar alıyor, bir kısmı da pek oralı olmuyordu. Yaklaşık beş dakika böyle geçti. Mahmut Hoca tekrar ayağa kalktı.)

“Çocuklar! Bunca zaman size birçok şey anlattım. Bunları ezberleyebilir, aklınızın bir köşesine yazabilir veya gün gelir unutabilirsiniz. Ama unutmamanızı istediğim bir tek şey var. Şimdi bu sıralarda oturuyorsunuz ve ileride ne işle ilgileneceğinizi siz de bilmiyorsunuz. Ne iş yaparsanız yapın, önce o işin ahlâkını öğrenin. Sonra bu sıralarda öğrendiklerinizi işinizle harmanlayın. Büyük bir şirkette yönetici olabilirsiniz. Bir haber ajansında haber başına para aldığı için, sırtında on kiloluk kamera ile günde on iki saat dolaşan bir muhabir olabilirsiniz. Tüm bunlardan vazgeçer, pazarcı da olabilirsiniz. Size düşen, bu işin ahlâkına uygun hareket etmek ve gördüğünüz haksızlıkları, aksaklıkları düzeltmeye çalışmaktır. Unutmayın, iş hayatı güven üzerine kuruludur. Karşınızdakine güven verin ki iletişiminiz sağlamlaşsın. Yoksa yüksek mevkilere gelmek, çok para kazanmak zor iş değil.”

Mahmut Hoca’nın konuşması sınıfta soğuk duş etkisi yapmıştı. Çünkü aldıkları tüm derslerde onlara en iyi yerlere gelmek, en yükseğe çıkmak, en güzel fikirleri bulmak, daha fazla ürün satmak öğretiliyordu.

“Sizinle bir kez daha görüşebilir miyiz bilmiyorum. Dediğim gibi, yaşlandım ve çok yoruldum. Biraz da torunlarımla vakit geçirmek istiyorum. Belki birkaç tane kitap yazarım. Sizden isteğim, az önce anlattıklarımı uygulamanız ve bunları sizden sonra gelenlere de aktarmanızdır. Bugünkü dersimiz de bu kadar.”

Normalde ders bittiğinde öğrenciler yerinden fırlar, sınıf bir anda boşalırdı. Bu kez daha yavaş hareketlerle sınıftan ayrıldılar. Birkaç öğrenci Mahmut Hoca’nın yanına geldi, ayaküstü yarım saat kadar konuştular.

Mahmut Hoca odasına döndüğünde üzerinden bir yük kalkmış gibiydi. Bunca zamandır anlatmak istediği şeyleri derste anlatmış, rahatlamıştı. Artık gönül rahatlığıyla odasını asistanına teslim edebilirdi. Ona güveniyordu, çalışmalarını kaldığı yerden devam ettirebileceğine inanıyordu.

Mahmut Hoca fakülte görevlileriyle de vedalaştıktan sonra oradan ayrıldı. O günden sonra Mahmut Hoca’yı bir daha ne gören, ne duyan oldu. Son derste anlattıklarından etkilenen öğrenciler “Keşke onu daha önce tanısaydık, kıymetini bilemedik” diye tasalanıyor, çalışmalarını devam ettiren asistanı ile görüşerek bir nebze olsun gönüllerini ferahlatıyorlardı. Anlaşılan, Mahmut Hoca sır olmuştu!

O tarihten sonra Mahmut Hoca’nın bahsettiği konularda peş peşe iki kitap yayınlandı. Künye kısmında “Emekli profesör Ahmet Özgüven” yazıyordu. İlk sayfaya ise “Torunlarıma ve öğrencilerime…” diye not düşülmüştü.

Tarih:Edebiyat