İçeriğe geç

Dil, Kültür ve İletişim

Kaynak: Asbülten Dergisi, Sonbahar 2019. s. 8-11.

Bir dünya düşünelim, herkesin aynı dili konuştuğu. Doğudan batıya, Avrupa’dan Afrika’ya tüm insanların ortak bir dil ile anlaşabildiği, paylaşımda ve etkileşimde bulunabildiği. Çok ütopik bir düşünce gibi duruyor ilk bakışta. Fakat aynı zamanda, bir o kadar da distopik bir düşünce.

Dillerin birbirlerinden hangi noktada ve nasıl farklılaştığı ile ilgili birçok efsane bulunmakta. Bir efsaneye göre Tanrı, bir meleğini “dilleri yeryüzüne yayması için” görevlendirmiş ve görevli melek her coğrafyaya farklı bir dil bırakmıştır. Daha bilinen bir efsaneye göre ise tüm insanların ortak dili konuştuğu bir zamanda, insanoğlunun inşa ettiği Babil Kulesi Tanrı’yı kızdırmış ve Tanrı insanları “konuşunca birbirlerini anlamamakla”, yani farklı dilleri var etmekle cezalandırmıştır. Ortaya çıkışı ve gelişimi nasıl olursa olsun, günümüzde binlerce farklı dil, az veya çok, insanlar tarafından kullanılmaktadır.

Dil, bir semboller bütünüdür. Bu yalnızca yazıya geçirilmiş diller için değil, konuşulmakta olan dil için de böyledir. Dilin var olabilmesi için, bir topluluk tarafından bazı sembollerin üzerinde, o sembollerin neliği hakkında uzlaşıma varılması gerekmektedir. Sözgelimi çok temel bir örnekle, Türkçede dört harf ve iki heceden oluşan “ağaç” kelimesinin neyi tanımladığı, ancak toplumun uzlaşması ile gerçekleşebilecek bir tanımdır. Keza aynı nesneye başka bir toplum “tree” derken, daha farklı bir toplum o nesneyi “شجرة”[1] şeklinde tanımlamaktadır.

Dil, anlam dünyası ile doğrudan ilişkilidir. Anlam, “Bir kelimeden, bir sözden, bir davranış veya olgudan anlaşılan şey, bunların hatırlattığı düşünce veya nesne, mana, (…) bir önermenin, bir tasarının, bir düşüncenin veya eserin anlatmak istediği şey”[2] şeklinde tanımlanmaktadır. Her toplum, tarihi ve kültürel bağlarıyla, yaşadığı coğrafyayla, muhatap olduğu diğer toplumlarla ve daha birçok unsurla ilişkili olarak çevresindeki şeyleri, nesneleri anlamlandırma biçimleri geliştirir. Dolayısıyla denilebilir ki, bir toplumun kültürünün gelişim süreci, dilinin gelişim süreci ile paralellik gösterir. Kültürün gelişimine ve/veya değişimine sebep olan her unsur, o toplumun dili üzerinde de etki göstermektedir. Sözgelimi, Osmanlı Devleti’nde baskın olan yabancı diller uzun dönem Arapça ve Farsça iken, Batılılaşma sürecinin başlaması ile birlikte Fransızcanın yabancı dil olarak kullanımı artmıştır.

Marshall McLuhan’ın bir aforizmaya dönüşen deyişi ile “Araç, mesajdır” (Medium is the message)[3]. Dolayısıyla en basitinden en karmaşığına bir bilginin “nasıl verildiği”, o bilginin “ne olduğu” kadar önem taşımaktadır. Buradaki “nasıl” ifadesinin içi kültürel, teknolojik, dilbilimsel vs. birçok tanımlama ile doldurulabilir. Wittgenstein da benzer şekilde “Dil sadece taşıt değil, aynı zamanda şofördür”[4] diyerek, dilin, anlam dünyasından bağımsız olarak düşünülemeyeceğini ifade etmektedir. Bu açıdan bakıldığında dil, nötr bir araç ve anlamların bir taşıyıcısı olmaktan öte, aynı zamanda tüm bu süreçleri etkileyen bir unsurdur. Bir şeyin bir dilde nasıl ifade edildiği ve anlamlandırıldığı, o dilin içerisinde geliştiği toplumun düşünme ve anlamlandırma biçiminden ayrı düşünülemez.

Dilin karşılıklı alışveriş içerisinde bulunduğu bir kavram olarak kültürü ele alacak olursak, sosyal bilimlerde belki de en fazla sayıda tanımı yapılan kavramla karşılaşmış oluruz. Gerçekten de kültür; ekonomi, felsefe, sosyoloji, uluslararası ilişkiler gibi birçok alanda çok farklı tanımlara sahiptir. Kültürün bu yazıda üzerinde durulacak anlamı ise, daha çok toplum bilimsel açıdan kültürün ne anlama geldiğidir. Batı dillerinden uyarlanarak Türkçeleştirilen “kültür” kelimesinin kökeni, Latincede “ekip biçmek” anlamına gelen “colore” sözcüğüdür. Yakın dönemlerde kültür kelimesi yerine, benzer bir dilbilimsel yapıda Türkçe “ekin” kelimesi kullanıma sunulmuş, fakat bu çeviri alan yazında daha seyrek kullanılmıştır. Nietzsche’ye göre kültür, bir ulusun bütün yaşama biçimlerinde birlikli bir üslup edinmesidir.[5] Toplumu bir arada tutan şey, işte bu birlikli üslup, bir bağlamıyla ortak anlam dünyasıdır. Duyular yoluyla algılanan somut nesnelere veya inanılan soyut unsurlara yüklenen anlamların ortaklaşması, o toplum içerisinde var olan iletişimin gelişmesini sağlayacaktır. Diğer taraftan bu ortaklık da ancak iletişimin varlığı ve iletişim engellerinin olabildiğince azaltılması ile sağlanabilir. Daha net bir ifade ile, kişi bir dil öğrenirken hem ona egemen olma becerisi kazanır, hem de düşünce dünyası o dilin kavram ve yöntemleri ile yeniden şekillenir. Dolayısıyla dil hem diğer kişilerle kurulan iletişimin bir aracı, hem de düşünme şeklinin bir belirleyicisi konumundadır.[6]

Peki günümüz iletişim dünyasında yaşanan hızlı dönüşümler, dil ve kültür üzerinde nasıl bir etki oluşturmaktadır? Bu soruya verilecek cevap, birçok parametrenin gözden geçirilmesini gerektirmektedir. Diğer yandan konunun aydınlatılması adına iki önemli kavram göz önünde bulundurulmalıdır. Bu kavramlardan ilki, Hepp’in düşüncesinde karşılığını bulan “kültürün medyatikleşmesi” kavramıdır.[7] Ona göre medya, bünyesinde yer verdiği her türlü unsuru, kendi yayın formatına ve biçimine göre yeniden tasarlamaktadır. Dolayısıyla kültürel olgular da medyada, ancak medyanın çizdiği sınırlar çerçevesinde var olabilmektedir. Televizyon üzerinden örneklendirilecek olursa, seyirlik bir sanat eseri ya da spor müsabakası, reklam aralarını dikkate alarak, yükselişleri ve düşüşleri içeren dramatik bir yapıya bürünerek ancak ekranda kendisine yer bulabilir. Çünkü medyada asıl olan daha fazla izlenmektir ve bunun yolu da, yer verilen kültürel ürünün olabildiğince dramatize edilmesi ve en fazla sayıda izleyicinin dikkatini çekecek hale getirilmesidir.

Günümüz dünyasında kültürün yapısını anlamak için başvurulacak ikinci kavram ise “kültür endüstrisi” kavramıdır. İlk defa 1944’te yayımlanan Aydınlanmanın Diyalektiği[8] kitabında Adorno ve Horkheimer tarafından gündeme getirilen kavram, kültürel ögelerin ticari amaçlarla kullanımının yaygınlaşmasını, bir nevi “seri üretim” haline gelmesini tanımlamaktadır. Kültür endüstrisinde kültürel ürünler, taşıdıkları değere, bütünleştirici özelliklerine ya da özgünlüklerine göre değil, ne kadar kazandırdığına göre değerlendirilmektedir. Bu durum, aynı fordist üretim tarzında metaların başına geldiği gibi, kültürel ögelerin de sıradanlaşmasına ve tektipleşmesine yol açmaktadır.

Yeniden kültürle iç içe olan dil kavramına dönülecek olursa, kültürün içerisinde bulunduğu bu süreçler, dilin de tektipleşmesini ve sıradanlaşmasını beraberinde getirmektedir. Günümüzde bir yandan yerel diller yok olurken, diğer yandan birçok dil, özellikle İngilizcenin etkisi altına girerek dönüşüm geçirmektedir. Bu durum yalnızca dile giren yeni kelimelerde değil, dilin yapısında yaşanan değişikliklerde de görülmektedir. Örneğin Türkçede “girmek, beklemek” gibi çok basit filler dahi, İngilizcedeki “to do something” kalıbına benzer şekilde “giriş yapmak, bekleme yapmak” şeklinde kullanılmaktadır. Dillerin gerek kelime dağarcığı bakımından, gerekse yapı anlamında birbirine benzemesi, dilin içerisinde taşıdığı kültürel kodların da silikleşmesi ve aynılaşması anlamına gelmektedir.

Sonuç olarak dil, iletişimin ve kültür aktarımının başlıca unsurudur. Aynı zamanda dil, hem kültürü meydana getiren, hem de kültürel süreçlerden sürekli olarak etkilenen esnek bir yapıdır. Unutulmamalıdır ki diller, yüzlerce, hatta binlerce yıl boyunca kültürün içerisinden süzülerek günümüze ulaşmıştır. Dolayısıyla diller, ait oldukları kültürel yapıların bir nevi genetik kodlarını da günümüze ulaştırmaktadır. Unutulmamalıdır ki hangi dilin (ya da ideolojinin, paradigmanın vb.) kelimeleriyle ve kavramlarıyla düşünüyor ve konuşuyorsak, aslında o dilin ait olduğu kültürel yapının sınırları içerisinde düşünüyor ve konuşuyoruz demektir.


[1] Türkçede de kullanılan “şecere” kelimesi, Arapçada “ağaç” demektir.

[2] http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&kelime=ANLAM (Erişim tarihi: 9 Mayıs 2019)

[3]  McLuhan, 1994, s. 7

[4] Postman, 2013, s. 19

[5] Akarsu, 1975, s. 114

[6] Zıllıoğlu, 1997, s. 47

[7] Hepp, 2015

[8] Adorno & Horkheimer, 2010


KAYNAKÇA

Adorno, T. W., & Horkheimer, M. (2010). Aydınlanmanın Diyalektiği. İstanbul: Kabalcı Yayınları.

Akarsu, B. (1975). Felsefe Terimleri Sözlüğü. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.

Hepp, A. (2015). Medyatikleşen Kültürler. İstanbul: Dipnot Yayınları.

McLuhan, M. (1994). Understanding Media: The Extensions of Man. Londra: The MIT Press.

Postman, N. (2013). Teknopoli. Bursa: Sentez Yayıncılık.

Zıllıoğlu, M. (1997). Sözlü ve Yazılı İletişim. İletişim Bilgisi (s. 45-59). içinde Eskişehir: Anadolu Üniversitesi.

Tarih:Fikriyat