İçeriğe geç

İlle de Kanaat

Yel Değirmeni, Nüsha 4 / Şubat 2012

İsmail Kaplan

Şu dünya ne garip yer. İki gün bırakıp gitsen, üçüncü gün bambaşka bir hâl alır, tanıyamazsın. Sen onu eski hâlinde zannedersin, oysa ki o bambaşka düşlere yâr olmuştur çoktan…

Halbuki İstanbul’dur o, “Yaşanmaz burada” der ve çeker gidersin, üç gün sonra özlersin, dayanamazsın hasretine. Her hâli tüter burnunda. Su kemerinin üzerine çıkıp intihar girişiminde bulunan ve koskoca metropolü felç eden çingene kadını bile özlersin!

İstanbul insanı çeşit çeşittir. Makbul olanı eskilerde İstanbul beyefendileri idi. Şimdi paraya bakar oldu her nefs. Kibarlık, dürüstlük, güzel giyinmek geçer akçe değil bu zamanda. O beyefendilerden bir kısmı zamana uyup zenginler kervanına katıldı, bir kısmı da yok olup gitti, sonraki nesle aktaramadı hâlini. Hâsılı, elli sene önceki İstanbul ile şimdiki bir mi?

Ve gün olur, bu alakasızlık birtakım tıklamalara sebeb oluverir…

Gün olur, CEO’dan geçilmez İstanbul caddeleri. Tüm idealist hayallerinin önüne bir perde gibi çekerler piyasayı. Tahsilli bir adamsındır ama tahsil bir işe yaramaz bu zamanda. Sen üniversiteleri medrese mi sandın? Bu kadar idealistlik fazla beyler, parana bakacaksın biraz da. Gel şu şirketin başına geç, sen de kazan, biz de kazanalım. I-ıh. Gönlün razı değildir çünkü buna.

Halbuki sana ihtiyacı olan sadece onlar mıdır? Değil. Sen bu memleketi kurtarmaya geldin. Memleket gelişiyor, paradan anlayan birileri lazım. Paradan anlamak da senin anladığın şekilde değil, anlarsın ya…

Bir de anlarsın ki bugün önemli olan incelik, sanat, imza kavramları değil, marka kavramı. Marka; insanın kimliği, zevki ve imzası. Halbuki markaya tapanlar bilir midir, “markalamak” kavramının İngilizce “branding”den geldiğini ve branding’in “sığır damgalamak” olduğunu?

Daha bitmedi. Ters giden şeyler çok memlekette. Para etrafında bu kadar muhabbet dönüyorsa iktisat uzmanı olan bendeniz de iki kelâm etmek ister elbet. Mesela bir kürsüye çıkıp size iktisat dersi versem kim itiraz edecek? Hiç. Başlayalım o zaman. Biz düzensiziz. Hukuk bizde ne gezer? Özgüven desen zaten yok… Hareket olan yerde bereket vardır, bizde bereket de yok. Dertli olmayı da kederli olmakla karıştırıyor bizim halk. Ne olacak bu memleketin hâli?

İstanbul’a dönelim. Bodur minarelerin cami kubbeleri ile ahengine kapılıp gidelim bambaşka diyarlara. Estetik budur işte, minarelerin arasına gökdelen dikenler ne anlar estetikten?!

Gökdelenler pagan tapınaklarıdır bir nevi. Günümüzün deyişiyle “kapitalizmin mâbedi” Ve bu mâbetler, yüz yıllık, beş yüz yıllık, bin beş yüz yıllık olanlara tepeden bakarlar hep. Bu her yerde böyledir yirmi birinci yüzyılda, İstanbul’da daha çok böyledir…

Çaresiz, gidersin eski mahallelere. Oralarda hâlâ bir ruh vardır ne de olsa. Kahve dükkanları önündeki tabureler bir kültürü simgelemeye devam etmektedir. Ama bu zamanda bu kadar nostalji fazla bize. Eski olan, tarîhî olan müzeliktir. Televizyonda görürsün onu. Eski mahalleleri de sanki doğal birer plato olsun diye özellikle yıkmayıp numunelik olarak ayakta bırakmışlardır…

Ve sen İstanbul’un şu hâline bakarsın, bakarsın… İçine sindiremezsin bütün bu olanları ve bir köşeye çekilirsin. Meczublar, çağın farklıları dünyadan uzaklaşır, halvete çekilir. Bu gerektir sana da. Gidersin bir çiftliğe, tefekkür edersin. Ne gerek bize? İlle de kanaat, ille de kanaat!

“Mücahidlerin müteahhit olduğu bir memlekette sen mi hatırlatacaksın bu insanlara kanaatı?” Neden olmasın? Ben kitabımı yazar, denize atarım! Üzerine Sarıkız’ın taze sütünü de kaynatır, içerim! Belli mi olur, belki bacağımın tıklaması da durur o vakit…

Tarih:Okumalar