İçeriğe geç

“Umrandan Uygarlığa” Bir Mefhum Hercümerci

Ukba Dergisi / 1 Şubat 2018

Her insan bir toplumun içine doğar. Yani belli tecrübelere, referanslara ve ön kabullere. Tarihsel miras, ailevi özellikler şekillendirir büyümekte olan insanı. İnsan, toplumdan bağımsız düşünülemez. Zaman içerisinde kendisini toplumun dışında konumlandırsa bile, o toplumdan edindiklerinden tam mânâsıyla sıyrılamaz. Sözgelimi Türkiye’de doğup büyümüş bir Ateist, bir Avrupa ülkesinde gittiği restoranda domuz eti yemeyi tercih etmeyebilir. Çünkü Türkiye’de İslâm’ın etkisiyle domuz eti hoş görülmez. Bir inanç, kültürel bir unsura dönüşmüştür bu durumda ve o kültürün içine doğmuş birisi, kişisel tercihleri toplumdan farklı da olsa, kültürün etkisinden tam anlamıyla kendisini soyutlayamaz.

Günümüz, kuramcılar tarafından birçok farklı isimle anılsa da, çoğunlukla bilgi çağı olarak adlandırılmaktadır. Dolayısıyla ekonomi, toplum vs. hep bilginin etkisiyle şekil alır. Bilgi çağının öncülleri, Avrupa’da önce Sanayi Devrimi’ni başarmıştır. Bunun öncesinde ise Aydınlanma’yı icat etmiş ve Aydınlanma düşüncesinin tüm yeryüzünde kabul edilmesi için “uygarlaştırma”yı kendisine görev edinmiştir. Avrupa bu süreçte kendi tarihini de yeniden yazmıştır fakat sadece kendi baktığı noktadan yazmıştır. Modern Avrupa, köklerini Antik Yunan’da bulur. Onlara göre Antik Yunan; medeniyetin kurucusu, günümüze ışık tutacak bilgilerin üreticisidir. Oysa Antik Yunan, bilhassa Doğu’da üretilen bilginin tüketicisidir. Bunun örneği, herkesin Antik Yunan’da kendi sahası dışındaki alanlara hayran olmasıdır [1]. Bunun yanında örneğin Antik Yunan’ın Antik Mısır’dan, Hint’ten, Çin’den aldığı maddi ve manevi öğeleri; kendisinin de bu öğeleri doğrudan aldığı Endülüs’ü bu yeni yazılan tarihte göz ardı eder.

Aydınlanma’nın inşa ettiği bu düşünce tarzı, bizim düşünce hayatımızın son 200 yılına ait bir faciayı beraberinde getirir. Bu öyle bir faciadır ki, Batı’nın inşa ettiği (çağdaşlaşma, batılılaşma vs.) muğlak kavramlar yüzünden iki yüz yıldır birbirimize girmekteyiz. Biz 200 yıldır bu kavramların peşine takılıp kendi kavramlarımızı bir kenara bırakarak “Batılılaşmaya” çalışıyoruz. Oysa bir medeniyet, nasıl olur da bir başka medeniyeti birebir taklit edebilir? Hem de beslendikleri kaynaklar bu kadar farklıyken. Bu soruyu göz ardı eden aydınlarımız, maalesef hayallerindeki toplumu inşa etmek için “mevcut toplumu yıkıp yeniden kurmak isteğindedir.”

Batılılaşma hevesi öyle galebe çalar ki zaman içerisinde, “kitapta gördüğü her hastalığı kendisinde var zanneden toy tıp öğrencileri gibi [2] bizim aydınlarımız da Batı’da var olan tüm sorunları toplumumuzda var kabul eder ve buna yine Batı’nın çözüm önerileri ile yaklaşır. Örneğin toplumsal sorunların çözümü amacıyla Batı’dan ithal edilen “sınıf çatışması” kavramı gündeme getirilir. Toplum; zengin-fakir, işçi-burjuva diye tanımlanır. Oysa Batı’da bu kavramların ortaya çıkmasına sebep olan muharrikler, İslâm diyarlarında hiç var olmamıştır. Çünkü İslâm cemiyeti, muhtelif iktisadi ve içtimai menfaatlerin çatıştığı bir topluluk değil, havas ile avamın kaynaştığı bir bütündür [3]. Halk ise bir “nefis müdafaası” gayreti ile, ithal kavramlarla kendisini tanımlayan ve bu kavramları dayatan aydınlara her zaman soğuk ve mesafeli durur.

Buraya kadar anlatılanları Said Halim Paşa veciz bir ifade ile dile getiriyor: “Biz, yeni ve meçhul olan her şeye karşı gösterdiğimiz bu garip tutkunluğu, sonsuz bir ilerleme aşkı gibi anlıyor, hatta bununla iftihar ediyoruz” [4]. Said Halim Paşa’ya göre kültür emperyalizmine karşı bir “kültürel cihad” göstermemiz gerekiyor. Günümüzden 100 yıl önce yazılmış satırların hâlâ geçerliliğini koruyor olması ise hastalığımızın iyileşmediğini, hatta derinleştiğini gösteriyor.

Meriç tüm bu anlattıklarını bir kavramın değişimi üzerinden somutlaştırır. Batı’nın “civilisation” dediği kavram. Bizdeki “medeniliğin” karşılığı Batı’da “poliçe”tir 17. yüzyıla kadar. Bu tarihten sonra bu kavram, bizdeki “zaptiye”nin yerine kullanılır olmuştur ve yerine “civilisation” geçmiştir. Üstelik bu tarihten itibaren Batı kendisini “yegâne medenî” görerek (tıpkı Roma’nın kendisi dışındakileri barbar olarak nitelemesi gibi) “civilisation”ı ihraç etmeye girişir. Oysa her toplumun özgün kültürleri, medeniyetleri olduğunu teorik bakımdan da olsa uzun zaman sonra fark eder. Bunu fark etmesine rağmen ihraç etme faaliyetlerinden ise asla vazgeçmez. Bir zamanlar “uygarlık götürmek” bahanesiyle perdelenen zulümler, günümüzde “demokrasi götürmek” ile perdelenmektedir. Bir başka muğlak mefhum daha.

“Civilisation” kavramı Osmanlı’ya ilk defa 1834’te Reşit Paşa’nın tarifi ile girer: “terbiye-i nâs ve icra-i nizâmat.” Kısa zaman sonra “civilisation”a yerli bir karşılık bulunur: “medeniyet.” Fakat bu her ne kadar yerli bir karşılık olsa da, Avrupa’dan ithal bu kavram halk gözünde Batı’nın fuhşiyatını betimler. Zira kelime yerli olsa da, içi Batılı anlamlarla doldurulur. Aynen “hürriyet” kelimesinin Batı’daki “liberty” kelimesinin, içindeki Batılı anlamları muhafaza ederek “hürriyet” şeklinde tercüme edilmesi gibi. Neyse ki “medeniyet”in itibarını Cevdet Paşa kurtarır. Cevdet Paşa, iki temel unsurundan bahseder medeniyetin; “beşeri ihtiyaçların giderilmesi” ile “ahlâk ve zekâ bakımından olgunlaşma” [5].

Oysa çok daha önceleri İbn Haldun’dan miras kalan, kucaklayıcı bir kavramımız var: Umran. Umran, bir kavmin yapıp ettiklerinin tümü, tarihi ve insanı bütün olarak ifade eden bir mefhum. Belki tam karşılığı “içtimai hayat.” Çünkü umran hem hadarîliği, hem bedeviliği, hem kültürü, hem medeniyeti kucaklar.

Oysa modernleşme, batılılaşma, çağdaşlaşma adına biz ne “umran”ı, ne “medeniyet”i tercih ettik. “Uygarlık” dedik basit bir ifade ile. Meriç, bu “mâzisiz, musikisiz hilkat garibesi” olarak tanımladığı kavramı, “kaynaklarından kopan bir intelijansiyanın kaderi” olarak görüyor [6]. Her alanda olduğu gibi dilde ve mefhumlarda da tüm birikimimizi bir kenara bırakarak ithal kopyalar ile derdimizi anlatmaya çalışıyoruz hâlâ. Bu ise, düşünce dünyamızdaki tembelliğin ve taklitçiliğin en büyük göstergesi.


[1] Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa,  İletişim Yayınları, İstanbul 2014 (21. b.). s.17

[2] Said Halim Paşa, Buhranlarımız ve Son Eserleri,  İz Yayıncılık, İstanbul 2009 (6. b.). s.96

[3] Cemil Meriç, age, s.51.

[4] Said Halim Paşa, age, s. 102.

[5] Cemil Meriç, age, s.85.

[6] Cemil Meriç, age, s.86.

Tarih:Okumalar