Yel Değirmeni, Nüsha 7 / Kasım 2012
İsmail Kaplan
Okulların var olmadığı bir dünya düşünün. Ütopya gibi, değil mi? Ve bir o kadar da kulağa saçma geliyor. Hem biz değil miyiz, “Oku” emri üzerine hayatını inşa etmeye çalışan, ilme önem veren bir dine inanan gençler?
Yazının hemen başında bu önemli noktaya parmak basarak ana fikri vermekte bir sakınca görmüyorum; ilmin, öğrenmenin gerçekleşeceği tek yer okullar değildir.
Bugün, özellikle de Türkiye’de okulları eleştirmek için sayısız gerekçe bulmakta zorlanmayız. Atasoy Müftüoğlu’nun başka bir kişinin dilinden anlattığı bir hadisede çok güzel bir noktaya değiniliyordu: Tekrar, iyi bir öğrenme biçimidir; ama insanlar için değil, hayvanlar için. Bugün ilkokuldan liseye ve hatta üniversiteye kadar baktığımızda tekrar, en önemli öğrenme biçimlerinden birisi olarak gösteriliyor bize.
Gerçekten okullarımız neyi amaçlıyor? Yazımı anekdotlara boğmak istemiyorum ama belirtmeden geçemeyeceğim. Milli Eğitim Komisyon başkanı da olan Nabi Avcı bir konuşmasında Türkiye’deki üniversitelerin en çok da ne işe yaradığından bahsediyordu: Bizim okullarımız sadece, piyasaya atılacak milyonlarca gencin dört sene daha piyasadan uzak kalmasını ve işsizliğin yüksek oranda artmamasını sağlıyor.
Günümüzde okullar dışında eğitim metotları düşünebilir miyiz? Düşünmek zorundayız. Çünkü devlet eliyle uygulanan zorunlu eğitime tek çare gözüyle bakmak, kurda kuzu emanet etmek gibi tehlikeli. Zira okul, her bireyin devletle ilk olarak tanıştığı ortam oluyor ve devlet bu ortamda kontrolü elinde bulundurduğu zaman, ne kadar zalim ve acımasız olsa da, kendini harika şekilde pazarlayabiliyor. Bu durumda okul bir öğretim yuvasından çok, bir tektipleştirme merkezine, “ideal vatandaş” üretim fabrikasına dönüşüyor. “Ağaçları yaşken eğip bükmek, sevgili öğretmenlerin içtenlikle yerine getirdikleri kutsal ve benzersiz bir vazifedir!” (s. 48)
Diğer yandan Illich kitabında şöyle diyor: “Zorunlu eğitim, kaçınılmaz bir şekilde toplumu kutuplaştırdığı gibi uluslar arası kast sistemine göre dünya milletleri arasında bir sınıflamanın oluşmasına da yol açmaktadır. Kastlar halinde düşünülen ülkelerin eğitim alanındaki itibarları, vatandaşlarının okulda geçirdikleri yılların ortalamasına göre belirlenmektedir.” (s. 22) Bu mevzuyu, yazarın fikri çerçevesinde genişleterek düşündüğümüzde, ne demek istediğini daha iyi anlıyoruz. Bir insanı tanımlarken, onun kaçıncı sınıfa kadar okuduğu ciddi bir kriter oluyor bizim için. İlkokul mezunlarını dışlayıp, yüksek lisans mezunlarını el üstünde tutabiliyoruz ve hatta kendimizi “dağdaki çoban”dan üstün sayıyoruz, sırf ondan daha fazla zamanı okul sıralarında geçirdiğimiz için.
Bu mevzuya daha çok eğitim pedagojisi bağlamında yaklaşılması taraftarıyım. Bu yüzden ben alanımın dışına çıkmadan, daha yüzeysel şekilde ve kitap çerçevesinde durumu değerlendiriyorum. Kitabın 26. sayfasında yazar şöyle bir tabir kullanıyor: “Öğrenme ediminin çoğu gelişigüzel veya iş ya da zevk olarak tanımlanan diğer bazı aktivitelerin yan ürünü olarak gerçekleşmesi…” Okulun bize öğrettiği şeyler ise standarttır: Matematik, fizik, kimya, coğrafya vs. Hem de bunları kişinin ilgisine, öğrenme biçimine bakmadan yapar. Bunun en acı örneği de liselerdeki alan tercihidir ki, bu konuda problem yaşamış birisi olarak sistemi eleştirmemem için hiçbir sebep yoktur. Okullar gençlerin ilgilerini, daha doğru tabirle kendisi dışındaki tüm alternatifleri yok etmeye çalışır. Yine kitapta yazarın tabiri şöyle geçiyor: “Hepimiz sahip olduğumuz bilginin çoğunu okul dışından elde etmişizdir. Öğrenciler öğrendiklerinin çoğunu öğretmenin yardımı olmadan, hatta öğretmenlere rağmen öğrenirler.” (s. 45)
Oysaki yüzyıllar önce, özellikle de üniversiteler çok daha farklı yerlerdi. Günümüzde bir nevi meslek edindirme kursuna dönmüş olan üniversiteler, aslında sorgulamayı, ilimde, ahlakta ve insanlıkta derinleşmeyi vaat ediyordu. “Günümüzde okul sistemi tarih boyunca güçlü kiliseler için geçerli olan üç işlevi yerine getirmektedir. Okul hem toplum mitinin kaynağı, hem bu mitin tezatlarının kutsallaştırılması, hem de mit ile gerçeklik arasında uyumsuzluğu tekrar üretecek ve gizleyecek olan ritüel mekânıdır.” (s.55) Tabi biz burada kilise yerine camiyi koyarak bu tür bir benzetmede bulunamıyoruz, zira İslâm tarihinde camiler ilmi ve gerçeği gizlemekten çok onu ortaya çıkarma amacına hizmet etmişlerdi. Son yüzyıla baktığımızda ise bahsedilen konumda olduğumuzu üzülerek görebiliriz.
Peki ne yapmalı? Bunca izlenimden sonra elbet yerine bir alternatif koymak gerekiyor. Aslında kitapta da bahsedildiği üzere yapılması gereken çok açık; okulları zorunlu olmaktan çıkarmak ve okulu bir devlet kurumu olmaktan uzaklaştırmak. Bunların sebeplerini yukarıda da saymıştık zaten. Illich kitabında, kaliteli eğitim sisteminin neleri amaçlayacağından da bahsediyor: “Kaliteli bir eğitim sistemi şu üç amacı gerçekleştirmeye çalışmalıdır: Yaşamının herhangi bir anında mevcut kaynaklara ulaşmak suretiyle bir öğrenim gerçekleştirmek isteyen herkese imkan sağlamalıdır; bilgi sahibi olanların, bu bilgilerini paylaşmaları konusunda kendilerinden bir şeyler öğrenmek isteyenleri bulmalarına yetki tanımalıdır; halka, yeteneklerinin ortaya çıkmasını sağlayabilecek bir imkan olarak, bir konuyu onlara sunmak isteyenler için gereken her türlü olanağı sağlamalıdır. Böylesi bir sistem eğitim için yasal garantiyi gerektirmektedir. Öğrenciler zorunlu bir müfredat programına katılmaya zorlanmamalıdır ya da bir diploma veya sertifika edinme gibi bir ayrımcılığa tabii tutulmamalıdır. Gerçekte hizmetleri öğrenmek için halkın sahip olduğu şansı kısıtlayan eğitimcilerin ve eğitim sistemlerinin son derece profesyonel araç gereçlerini edinenleri vergiye tabi tutmak suretiyle halkı bu uygulamaya destek vermeye zorlamamalıdır. Bu eğitim sistemi son derece evrenseldir.” (s.96-97)
Zorunlu ve devlet kontrolündeki eğitimden bu kadar bahsetmişken, bu eğitimden geçen bizler gibi milyonlarca gencin haline bakarak ciddi bir eleştiride bulunmamız gerekiyor. Illich’in Okulsuz Toplum’u bu konuda bize yol gösterecek başucu kitabımız olabilir. Bunun yanı sıra eleştirel bir gözle eğitim kurumlarımıza bakarak, onun zararlarından ailemizi ve çevremizi nasıl koruyabileceğimizi düşünmemiz gerekiyor. Bunun bir sonraki aşaması da okulun, ilim öğrenmek için yegâne yer olmadığını fark edip yeni arayışlara girmek ve öğrenmenin gerçek anlamda nasıl olacağını bize gösterecek kurumlara yol açmak olacaktır inşallah.
Ne diyordu Hakan Albayrak? Ancak yanan bir okul iyi bir okuldur!