Yel Değirmeni, Nüsha 8 / Mayıs 2013
İsmail Kaplan
Başlığı bir soruya teslim ettik ama, bu, öyle bir anda cevap verilebilecek bir soru değil toplumsal açıdan baktığımızda. Kişisel olarak kendimizi bir dine, bir millete, bir mezhebe, bir cemaate ait olarak tanımlayabiliyoruz ama birkaç yüz milyonluk “Ortadoğu” denilen coğrafyada öyle çok çeşitlilik var ki bu konuda…
Son yüz yılda yaşanan tecrübeler, Doğulu insanların büyük kısmını yaşadığı topraklardan soğuttu. Çoğunluk, ilk bulduğu fırsatta kendini Batı’ya atmayı koydu kafasına, bir bölümü de bunu gerçekleştirdi. 1948’den beri Filistin’den civar ülkelere ve sonrasında Batı’ya kayan göçler, Körfez Savaşı ve 2003’teki Amerikan işgalinden sonra Irak’ta yaşanan göçler bir anda gözümüzün önüne geliyor. Bir de tabii ki 1975’te başlayıp 1990’a kadar süren Lübnan İç Savaşı’nda burayı terk eden milyonlar var.
İnsanın yaşadığı yerden ayrılıp başka bir yere gitmesi, oraya adapte olması, insan ömrünün en zor tecrübelerinden birisi olmalı. Bir şehirden bir başka şehre taşınan insanlara ve bilhassa çocuklara baktığınızda, bunun etkisini çok daha kolay anlayabilirsiniz. Kaldı ki Filistin, Irak, Lübnan gibi yerlerden kalkıp da Avrupa’ya, Amerika’ya gitmek nasıl bir değişimdir insan hayatında…
Değişim elbette ki bununla sınırlı kalmıyor. Gidenlerde, ve hatta kalanlarda da, zihinsel açıdan bir Batılılaşmaya rastlamak doğal karşılanıyor bu zamanda. Bunu dile getirmek değil mesele; aitlik, insanın nasıl yaşadığına ve gün içerisinde konuştuklarına, gündemine bakarak da anlaşılır kolaylıkla.
Gidenlere olduğu kadar kalanlara da değinmek lazım elbette. Feyruz, “Selam olsun sana yüreğimin derinliklerinden, ey Beyrut! Seni terk eden delidir, sen el üstünde tutulacak bir şehirsin” derken, İç Savaş sırasında dahi ülkesini terk etmeyerek samimiyetini göstermişti. İç Savaş sırasında Beyrut’taki bir saldırıda çok sevdiği eşini kaybeden Nizar Kabbani de belki gidenlerden yakınıyordu “Beyrut’a Dört Faydasız Mektup” şirinde: “Satmadınız mı elinizdeki şiir kitaplarını? /Ve çocukların gülüşlerini… / Satmadınız mı ney inlemelerini? / Elbiselerinize kadar işlemiş olan / Ve ezginin vuruşlarını / Satmadınız mı Cennet’i / Bir harabede yaşamak için?”
Bir de gidenler, ama yüreği Doğu’da kalanlar var. Çünkü Doğulular his sahibidir. Doğu’da bıraktıklarını tekrar görmek ister ama buna cesaret edemezler. Hatırlamak iki yönlüdür çünkü; bir taraftan mutlu eder, diğer diğer taraftan acı hissettirir. Hüzün ise zaten Doğuluların gönlünden hiç çıkmayandır.
Ve bir gün, “geçmiş bir arkadaş” vesile olur eski günlere dönmeye. Gören göz başka olsa da Beyrut aynıdır, hiç değişmemiştir. Bir sokağa girdiğinde bir anı düşer aklına, bir mekâna oturduğunda bir hatıran daha canlanır. Sevdiklerini, muhabbetlerinizi, paylaştığınız sırları hatırlarsın. Oysaki o zaman burada olanlar, şimdi bilmem kaç bin kilometre uzaktadır, onu bile bilmezsin.
Ve hatıraların seni içine çekmesi sandığından daha kolaydır. Bir müzik, bir koku, bir fotoğraf karesi de yeter buna başlı başına. Sonra o anıyı canlandırma isteği belirir içinde, bunun peşine düşersin.
Nereye aitiz diye sormuştuk ya en başta, onunla bitirelim; Ne Doğu’ya aitiz, ne de Batı’ya. Bir Araf’tayız, aslında tüm dünya gibi, tüm insanlar gibi. Ama ne kadar istemesek de, Doğu’dan uzaktayız…