Demlik Dergisi, Sayı 7 / Mayıs 2015
İsmail Kaplan
“Galiba sabır istasyonu diye bir istasyon var ve bütün trenler bizi orada bekliyor.”
– Haydar Ergülen
Bu satırları yazmaya Eskişehir Tren İstasyonu’nda başlıyorum. Bir vakitler hususi kitap okumaya, kafa dinlemeye, huzur bulmaya, hayaller kurmaya geldiğim istasyonda. Beni Eskişehir’den nice trenlere teslim eden, nice istasyonlara yolcu eden istasyonda. Ama burada devam edemeyeceğim, eminim. Zira ne trenler eski trenlere benziyor, ne de bu istasyon eski hâline benziyor. Hız, değişim, modernite adına hatıralarımızı saygısızca katledenler, elini buraya da attı ve Eskişehir İstasyonu benim için artık gelip kitap okuyabileceğim, huzur bulabileceğim bir yer olmaktan çıktı. Ruhsuz, ölü bir mekâna dönüştü artık. Zira artık Doğu Ekspresi gelmiyor buraya, “Bozüyük, Bilecik, Arifiye, İzmit, Haydarpaşa yönüne gidecek olan Cumhuriyet Ekspresi beş dakika sonra bir numaralı perona” gelmiyor. Vagonlarındaki Farsça yazılardan nereden geldiği anlaşılan ve şehre bir Doğu havası getiren Transasya Ekspresi de gelmiyor. Treni, belki de onu en çok hak eden şehrin kalbinden söküp almak bu olsa gerek. Şimdi bir tek Haydarpaşa’mız kaldı, O da gerçi bizim gibi trenlere hasret.
Tren dediğimizde aslında sadece tren demiş olmuyoruz. Örneğin yıllar önce Haydarpaşa’dan binip Eskişehir’e doğru yol alırken yazdığım bir hikâyede, şimdi pişmanlıktan başımı nice taşlara vurmama sebep olan “demir yığını” tabirini kullanabilmek için ancak trene kızmak gerekir herhalde. Trene neden kızmış olabilirim? Muhtemelen beni İstanbul’dan ayırdığı için. Oysa o, benim bu kaba ve çocuksu çıkışımı da kor gibi yanan bağrında, gerçi elektrikli trenin bağrında ateş yanmaz ama kendisinden öncekilerin hasretinden, hiç yoktan yârinden ayırdığı insanların âhından yanar belki onun bağrı da, işte benim sitemimi de öylesine bir gülümsemeyle karşılamış olmalı ki, tek kelime etmeden Eskişehir’e teslim etti beni. Zarifoğlu’nun Suadiye için söylediği ama benim iliklerime kadar Eskişehir için hissettiğim o büyülü cümledeki şehire:
“Burası benim için bir gün içimdeki bütün ölüleri gömüp gideceğim bir mezarlık”
Ve maalesef o ölülerden birisi de trenler artık. Başkent, Cumhuriyet, Sakarya, Eskişehir Ekspresleri. Hatta gecenin zifiri karanlığında Eskişehir’e gelip sabahın ilk ışıklarıyla Haydarpaşa’ya ulaşan Fatih Ekspresi. Artık hiç biri yok ve muhtemelen zihinlerimizde tatlı hatıralar olarak kalacaklar.
Şimdi sevgili okuyucular, belki diyorsunuz ki “bir trendir tutturmuş gidiyorsun, ne edebiyat yaptın!” Evet, edebiyatı yapılacak tek şey olsaydı dünyada, muhtemelen trenler olurdu. Gerçi Cemal Süreya “Ağır ol Bay Düzyazı / sen ancak uçağa binebilirsin” dese de, ben düz yazının da trene binme hakkı olduğunu düşünüyorum. Bunu belki şiir yazamıyor oluşuma bağlayabilirsiniz, belki de gençliğime ve tecrübesizliğime. Ama şu an bir trende olsam, hatta bir buharlı trende olsam belki bu yazı da bu kadar sıkıcı olmazdı. Öyleyse gelin, “Trenle Haydarpaşa’ya gidememiş nesle ağıt” veya bu tarz bir başlık açalım ve bir yol hikâyesi anlatalım.
Sene 2010, aylardan Aralık. O zamanlar Eskişehir’de bulunan ve daha sonra ayrılıkları gönlüme bir taş gibi oturan iki dostumla gece yaklaşık 02:30’da gelecek olan Fatih Ekspresi’ni bekliyoruz. “Günübirlik İstanbul” yapacağız. Mavi Marmara’yı karşılayıp, oradaki dostlarla hasbihal edip geri döneceğiz. Sonraki güne yetişecek bir ödevim var ama umurumda mı? Tren her zamanki gibi tehirli geliyor. Yerlerimize oturuyoruz ama trende herkes uyuyor. Bizdeyse bir heyecan ki sormayın. Yazının burasını belki otuz sene sonra yazsam daha anlaşılır olabilirdi ama o günleri şu zamanda bile bir ihtiyarın gençliğine olan hasreti gibi hatırlıyorum.
Gece yolculukları ile gündüz yolculukları arasında çok fark var. Gece yolculuğunda yanınızda dostunuz yoksa geçmez o yol. Hele bir de benim gibi yolda uyuyamayanlardansanız. Ama gündüz öyle değil.
Söz gelimi, sabah 08:45’te Eskişehir Ekspresi’ne bindiniz diyelim. Muhtemelen aceleyle koşup bindiniz trene. Her zaman olduğu gibi garda “Milliiiiii Piyangoooooo” diyerek gezen amca için “yahu bir ayağın çukurda, hâlâ harama bulaşıyorsun” dediniz. Sahi, o amca şimdi ne yapıyor acaba?
Eskişehir-Bozüyük arası bozkırdır, alışkın olduğunuz manzaradır. Camdan dışarı bakma ihtiyacı bile duymaz, muhtemelen oraya kadar geçen yarım saat, kırk beş dakikalık sürede günlük gazeteleri karıştırırsınız.
Bilecik’e yaklaşıyorsanız artık bozkır yerini sarp dağlara bırakır. İstanbul ile aranızdaki yegâne engel olarak düşündüğünüz o dağlara. Burada manzara seyretmeye değerdir. Bilecik İstasyonu’na varırsınız. Halikarnas Balıkçısı’nı, Aganta Burina Burinata’yı gölgesinde okuyup bitirdiğim o güzel istasyona. Hani filmlerde trenlerin seyrek geçtiği, geçenlerin de çoğunun durmadığı kasaba istasyonları olur ya, öyledir Bilecik İstasyonu da. Bu zamana ait değil desek abartı mı olur? Bence olmaz. Bilecik’ten sonra Arifiye gelir. Arifiye’de simitçiler biner trene. Öğrenci bütçeniz ne kadarına elveriyorsa o kadar simit ve ayran alıp kahvaltı yaparsınız. O simit dünyanın en güzel simididir dersek yine fazla iddialı olmaz.
Ama tek başınıza yolculuk yapıyorsanız, yolun en güzel kısmı Pendik’ten sonrasıdır. Tren neredeyse boşalmıştır ve İstanbul’un tam içinden devam etmektedir yoluna. Ömürde huzur bulunabilecek tek yer olsaydı, bu da muhtemelen Pendik’ten Haydarpaşa’ya giden bir ekspresin tekli koltuğu olurdu.
Haydarpaşa’ya inince hemen bir kenarından kaçıp gitmek olmaz. Önce o muhteşem binanın içine girip ön kapısından dışarıya çıkacak ve film sahnelerinde klasikleştiği gibi, hatta sadece filmlerde değil, Nazım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları”nın hemen başında da yer almıştır bu sahne: “Haydarpaşa garında / 1941 baharında / saat on beş. / Merdivenlerin üstünde güneş / yorgunluk / ve telaş. / Bir adam / merdivenlerde duruyor / bir şeyler düşünerek.” İşte o yüksek merdivenlerden İstanbul’u, denizi seyredeceksiniz. Ancak o zaman İstanbul’a kavuşmuş olabilirsiniz.
Velhasıl sevgili okuyucu, kalemi elime alınca çenem düştü. Ama inanın tüm bunlar, artık trenlerimizi elimizden alıp Yüksek Hızlı Tren’e bizi mahkûm ettikleri için. Yoksa şu an Mustafa Kutlu’dan ilham alarak, bu yazıyı tâ en başta bırakır ve ilk eksprese binip Haydarpaşa’nın yolunu tutardım.
Şimdi gidip gar görevlisine soracağım:
Afedersiniz, Sabır İstasyonu’na en erken tren saat kaçta acaba?