Hersanat.com / 29 Aralık 2014
İsmail Kaplan
Bundan yaklaşık üç yıl önce, üniversite kulübümüzle Eskişehir’de önemli bir tekstil markasının devasa fabrikasına bir ziyarette bulunmuştuk. O kadar büyük ve o kadar fazla çalışanın olduğu bir fabrikaydı ki, hayret etmiştim. Orada çalışan bir işçi ile ilgili bir anekdot ilgimi çekmişti, bu işçi 30 yıldır bu fabrikada çalışıyor ve 30 yıldır sadece gömlek yakası dikiyordu. Bunu duyduğumda hayretle karışık bir saygı hissetmiştim, zira ciddi bir emekten bahsediyorduk. Yine de bu duruma üzülmüştüm, zira bu işçi ve daha onun gibi yüzlercesi sadece bu fabrikada ömrünün önemli bir kısmını fazla gayret gerektirmeyen basit işleri günde yüzlerce veya binlerce defa tekrarlayarak hayatlarını sürdürüyorlardı.


Başlığı bir soruya teslim ettik ama, bu, öyle bir anda cevap verilebilecek bir soru değil toplumsal açıdan baktığımızda. Kişisel olarak kendimizi bir dine, bir millete, bir mezhebe, bir cemaate ait olarak tanımlayabiliyoruz ama birkaç yüz milyonluk “Ortadoğu” denilen coğrafyada öyle çok çeşitlilik var ki bu konuda…
Okulların var olmadığı bir dünya düşünün. Ütopya gibi, değil mi? Ve bir o kadar da kulağa saçma geliyor. Hem biz değil miyiz, “Oku” emri üzerine hayatını inşa etmeye çalışan, ilme önem veren bir dine inanan gençler?
Şu dünya ne garip yer. İki gün bırakıp gitsen, üçüncü gün bambaşka bir hâl alır, tanıyamazsın. Sen onu eski hâlinde zannedersin, oysa ki o bambaşka düşlere yâr olmuştur çoktan…